Mağaralardan Evlere Kadın
İnsanlık tarihinine baktığımızda, insan izleri ilk olarak Afrika’da mağara duvarlarında karşımıza çıkar. İnsanlığın en eski buluntusu 150 bin yıl önce buzul çağda Neanderthal dönemine aittir. Bu döneme ait taş alet ve mağara duvarlarına çizilmiş hayvan figürlerine rastlıyoruz. Mağara duvarlarına çizilmiş hayvan figürleri ruhlar dünyası ile iletişime geçme için çizildiği ve ayinsel bir üretim olduğu düşünülüyor(Şamanizm). Daha sonraki dönemde Kromanyonlar ürünlerini daha farklı biçimlerde ortaya koyuyor(malzemeler çoğalıyor,Üst paleolitik dönem). Ve bu dönemde insan figürü yapıtın öznesi konumuna getiriliyor. Hayvanların betimlendiği bir çok duvarda rastladığımız insanların sadece erkek bedeni olduğunu görüyoruz. Ve insanlık tarihine ışık tutan mağara resimlerinin sadece 1 tanesinde kadına yer verilmiştir, İspanya'nın Bicorp Valencia kasabasında bulunan M.ö 7000 yıllarında yapıldığı tahmin edilen mağara resimlerinde arılarla çevrili bir kadın bal alırken görülmektedir. Tarih öncesinin aydınlanabilen en gerilerine dek gidildiğinde, Akdeniz çevresinde, kuzey ülkelerinde, Asya içlerindeki tüm kültür ve uygarlıklarda çeşitli isimlerde fakat hep aynı öz ve hep aynı inançta birleşen bir Ana Tanrıça ile karşılaşılır. Kökeninin Anadolu olduğu kesinlik kazanan bu Tanrıçanın varlığı, Hacılar ve Çatalhöyük’te yapılan çalışmalar neticesinde M.Ö. 6500-7000’lere kadar uzanmaktadır. Ana Tanrıça ayakta, oturmuş ya da uzanmış olarak tasvir edilir. Geniş kalçalı, karınlı, iri göğüslü ve daima çıplaktır. Kalça, göğüs ve vurgulanan üreme organı analığı, üremeyi, dişiliği, hayatın sürmesini ve bereketi simgeler. Ana Tanrıça’nın bu özellikleri Kybele’den Artemis’e kadar bütün ana tanrıça imgelerinde vardır.Ve bu döneme Anaerkil toplum diye nitelendirirken soyun devamlılığını sağlayan ve karar veren kadın olmasından kaynaklı bir Anaerkil toplum yapısı çözümlemesi yapabiliyoruz.Unutmamalıyız ki bir yandan kadını sadece cinsellik ve üreme üzerinden var eden bir toplumdan söz ediyoruz.Tarih çelişkiler ve varsayımlar tarihi olmakla birlikte M.Ö‘de kadınların sosyal yaşantıya dahil edilmediği, sadece doğurganlığı ile hayatta kaldığını tahmin edebiliyoruz.
Birçok toplumda kadını şeytanın pis işleri olarak görüp onu alınıp satılan bir maddeden farksız görmüyorlardı .Kız çocuğunun doğmasından bile utanç duyuyor ve sahra çölünde diri diri gömüyorlardı .Kadını hizmetçi olarak görüp ve erkek kardeşten ayrı tutarak ,istediği zaman satma hakkına sahiptiler. Ve bu düşüncelerin zemininde ‘’Kadınlar Havvanın kızları değil mi? Adem’e Allah’a isyanı güzel gösteren ve onu Allah’a isyan ettiren Havva değil mi?Öyleyse, bu isyan nedeniyle bütün insanlığın başına gelen o büyük beladan kadın sorumlu değil mi ?’’ soruları vardı.
İnsanlık tarihine yolculuk ettikten sonra inancın(din olgusunun),sosyal yaşantıya etki ettiğini ve oradanda toplumsal rolleri biçimlediğini görüyoruz.
Ve geri dönüyoruz çağımıza.
Yıl 2012 ve hala kadın sosyal ve ekonomik hayatta yerini belirleyemiyor. Bu belirsizliği yaratan koşullar , tek başına ne sosyal yaşantı olarak nede ekonomik yaşantı olarak ayrılabilir. Engels'e göre eski toplumlar ana-soycuydular. Çünkü tek-eşliliğin olmadığı bir toplumda soy anneye göre belirlenmek zorundaydı. Baba-soycu akrabalık kavramı, özel mülkiyetin ve miras hukukunun doğmasıyla ortaya çıkmıştı. Çağdaş tek-eşliliğin ortaya çıkışı, miras sorunuyla ilgiliydi. Mülkiyet Engels'e göre kadının erkeğe bağımlılığının devam ettiği ve bir tür "fahişelik" olan burjuva evliliği ile, eşitlikçi işçi sınıfı evliliği arasındaki temel ayırıcıydı. Ve Engels’in tanımına dayanarak toplumun en küçük birimi olan aile kavramının çıkışını ve tek eşliliği özel mülkiyetin varlığı ile oluştuğunu görüyoruz. Ve Marx’ın yabancılaşma teorisini de aile kavramının oluşum sürecine koyarsak ‘’İnsan, doğadan koparak kültürel-toplumsal alanda kendine ikinci bir doğa kurmak anlamında, doğaya yabancılaşır. Bu insan oluşu açıklayan niteliğiyle olumlu karşılanan yabancılaşmadır, zorunlu bir süreç olarak anlaşılır. İkinci yabancılaşma ise, bizzat kapitalist pazarın ve kapitalist toplumsal sistemin yarattığı yabancılaşmadır. Bunun sonucu olarak insan kendi doğasına yabancılaşır. Böylece insan kendine, kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancılaşır.’’
Kadına biçilen rollerde etkin olan iki dinamik var , sosyal hayat ve ekonomik hayat.Sosyal hayatı belirleyici bir unsur var , o da din olgusu. Ekonomik hayatı belirleyici iki kavramla karşılaşıyoruz, aile ve özel mülkiyet. Ve sonuç olarak aile kavramını oluşturan özel mülkiyeti oluşturan iki unsurdan söz edebiliriz, emek-sermaye çelişkisi .Ve bu noktada da tarihsel süreçlere dayanarak kadın sorunu dinamiğini insan-insan çelişkisinin (yabancılaşmanın) ana unsurlarından birisi olarak çözümleyebiliriz.
Sema Yayla
(3 Aralık 2012 İplik-İğne Dergisinde yayınlandı)
Yorumlar
Yorum Gönder