Ana içeriğe atla

Yüzün Ruhsal Anatomisi

 1.Hikaye

Yüzün Ruhsal Anatomisi

Kafasında siyah köfur şapkasıyla,kareli açık mavi gömleği ve gömleğinin üzerinde siyah süveteriyle kombinlediği siyah pantolununun cebine sakladığı elleri ile merdivenin üçüncü basamağında durdu . Bir an iri açık kahve gözleriyle karşılaştım,göz bebeği neredeyse tüm irisini kapatacak kadar büyük ve simsiyahtı. Yüzü bir depremin habercisi olan  fay kırıkları ile doluydu. Fay kırıklarının arasından dereler,deltalar ve ormanlar fışkırıyordu.Everesti kıskandıracak kadar heybetli burnu, fay kırıklarının arasından yüzünü ikiye bölecekmiş gibi yukarıya doğru  girintili çıkıntılı yükseliyor , yükseldiği yerden alçalıyor ve biraz daha hafif bir eğimle oluşan iki büyük delikle karşılaşıyordum. Delikler kendi başına birer volkan gibiydiler  , her birinden etrafa saçılan lav ve tüfler insanı irkiyor ve insanı olduğu yerden kımıldatmamaya ikna ediyordu.
  Kımıldamadan eğimden aşağıya emin adımlarla ilerlemeye başladım . Simsiyah bir lekeye doğru ilerlediğimi farkettim, tüylerim kozasından yeni  çıkmış tırtıl misali yerçekimine yenik düşerek havalanmaya çalıştı. Tırtıldan kelebeğe dönüşen tüylerim tüm vücumu sarmalayarak beni yutmaya çalışıyor ve üzerinde yürüdüğüm fay kırıklarının arasından adeta kaçmaya yelteniyordu. Vücudumun üzerinde kaybettiğim hakimiyeti hemen ele geçirmeli ve o siyah lekeye doğru ilerlemeliydim. Bir anda durdum ve gözlerimi sımsıkı kapatarak hangi yöne gittiğimi bilmeden  koşmaya başladım.Koşarken ,beni ele geçirmeye çalışan kelebeğin alçalarak kozasına girdiğini farketmiştim ki yılan gibi ayağıma dolanan ince uzun ağaç dalıyla birlikte sendeleyerek gözümü açtım. Gözümü açtığımda  siyah beyaz çalılıklarla karşılaştım. Çalılar daha önce görmediğim bir türdü, küçük çin bitkisi olan bonsaiye benzeyen yapısını bozan etrafa dağılmış kimisi siyah kimisi beyaz dikenli , sert küçük yapraklardı. (Daha sonra bu ağaca bir isim koyacaktım )
   Siyah beyaz çalılıkları inceleyerek ilerliyordum, havanın soğumuş ve parmak uçlarımın uyuştuğunu çok geç farketmiştim. Ellerimi  aşağıdan yukarıya ,kalın ince,mavi siyah çizgilerin birer ray gibi üzerinde dolaştığı ve bir başka yatay ray hattının onu kestiği  bordo ceketimin ceplerine soktum. Ellerimi cebimin içerisinde bir yumruk yapıyor ve hızlı bir şekilde yumruğu açıyordum. Bu egzersizi bir kaç defa tekrarladıktan sonra ellerimin ısındığını ve tırtılımın sıcaklığa dayanamayıp uyumuş olduğunu anladım.
Emin adımlarla çalılıkları aşıyor ve yolun nereye çıkacağını etrafını korku kaplamış merakla birlikte yürüyordum. Çalılıkların sıklaşıp azaldığı engebeli gri toprakta yürürken önüme çıkan bir kaç kırmızının pembeye döndüğü taşlarla karşılaşmaya başladım. İlerledikçe küçüklü büyüklü , her biri kendi içinde anıtsal güzellikleriyle ve tonlarıyla ayaklarımın altından kayıyordu.Kızıldan pembeye dönen bu taşları elime almak için bir an yere eğildim.
 Görebildiğim en küçük taşı sağ işaret parmağıma yardım eden tersleşmiş başparmağımla kavradım ve sol avcumun içerine bıraktım. Gözlerim taşın pembemsi renginde kayboluyordu, adeta beni büyülemişti. Bu pembe taşları birisi mi boyamıştı , yoksa kendi rengimiydi bilemiyorum. Boyanmış olup olmadığını test etmek için önce burnuma dayayıp içime çektim, hayır boya kokusu almıyordum. Testim daha bitmemişti, hemen dilimi çıkarıp yalamaya başladım ve aldığım tad sadece topraktı. Elimde tuttuğum taşı yere fırlatıp ilerlemeye devam ettim , siyah beyaz çalılar sıklaşıyor ve çalıların dikeni batmasın diye daha dikkatli davranıyordum.
   Çalıların arasında bir süre ilerledim ve artık çalılar bitmiş karşıma pembe taşların kum tanelerine dönüşüp oluşturdu ucu gözükmeyen pembemsi bir ova çıkmıştı. Burası küçük bir ovaya benzemiyordu. Ovaya bakarken tırtılımın kozayı zorladığını ve yine beni bilmediği bu diyardan uzaklaştırmaya çalıştığını farkettim. Tırtılım  beni  ne gitmek istediği yerde yalnız bırakıp gidiyor nede beni rahat bırakıyordu. Sürekli vücudumda geziniyor ve her seferinde kozasını yırtarak masmavi boşluğa uçmak istiyordu. Bu sefer onunla konuşmalı ve onu ikna etmeliydim. Tırtıla kozayı yırtıp gitmesini ve beni düşünmemesini istedim , tırtıl beni duymamazlıktan gelmiş , bedenimde gezinmeye devam ediyordu. Bir kaç hareket sonra durduğunu hissettim. Sanırım tırtılım bir plan için sessizliğe bürünmüştü.
     Şimdi ayaklarım pembe tanelerin oluşturduğu yumuşak kumda kayboluyor ve her bir adım en az iki dakika sürüyordu.  Adımlarımı hızlandırmaya çalıştıkça , bedenimdeki enerjinin kaybolduğunu ve  adım atmaya dermanımın kalmadığını hissettim. Olduğum yere oturup kafamı gökyüzüne çevirdim , gökyüzü beni dinginleştirmiş ve uykuya dalmamı sağlamıştı.
  Pembe kumun üzerinde ne kadar uyuduğumu bilmiyorum , uyandığımda gökyüzü bıraktığım mavilikte ve ova bıraktığım pembe boşluk içerisindeydi. Ayağa kalkıp yürümeye başladım. Daha önce gördüğüm taşların aynısı ve bitmek bilmeyen sonsuz pembe ovanın görüntüsü beni korkutmaya başlamış ve istem dışı  tüm bedenim bir yay gibi gerilmişti. Bu gerilimle birlikte uyumakta olan tırtılım uyanmış ve gökyüzüne doğru harekete geçmek için kanatlarını açmıştı. O an sesimin çıktığı kadar sakin ol diye haykırmış ve koşmaya başlamıştım. Koştuğum yönü bilmiyor ve daha hızlı koşmaya devam ediyordum. Karşımda siyah koca bir gölgenin olduğunu farkettim ve yavaşlayarak gölgeye doğru yürümeye başladım. Tırtılım her zamanki gibi beni uçmaya ikna edememiş ve olduğu yerde sessizliğe bürünmüştü. Şimdi tırtılımın gönlünü alacak zaman değildi.
Pembe düz ovanın ortasında koca bir kara delik gibi  duran gölgenin girinti ve çıkıntılarının olduğunu , yer yer yükselip alçaldığını farkettim. Gölgeye yaklaştıkça gözüm bir tenekeye, oradan boş bir şişeye ilişti, burası ovayı dolaşanların  ödünç bıraktığı yada oraya atarak uzaklaştığı çöp yığınından başka bir şey değildi . Çöpleri karıştırmaya başlayınca üzerinde kargaşık burgaşık yazıların olduğu buruşuk bir kağıt,kağıdın altında bir tarak,tarağın yanında bir prezarvatif ve binlerce kullanılıp atılmış,kimisi unutulmuş ,bir çoğu dehşet verici imgelerin hatırası olarak saklanmış nesnelerdi...
  Dağdan kayarak indiğim ve siyah beyaz çalıların arasından ulaştığım pembe ova ve ovanın ortasında bırakılmış çöplere anlam veremiyordum. Burası tamamen bir gizdi. Gizem dolu yolculuğuma devam etmeli ve kaybolduğum yerden çıkarak kendime ait bir yolda yürümeliydim. Çöpleri olduğu yerde bırakıp dümdüz yürümeye devam ettim , pembe ovanın bittiği ve sonu gözükmeyen surların olduğu bir yere ulaşmıştım. Karşıma büyük bir kapı çıktı , kapı ince ve narin bir işçiliğin ürünü olarak karşımda duruyor.Buradan geçmeye kalkarsam kapı kırılacakmış gibi yada tam geçerken kapıya sıkışacakmışım gibi hissediyordum.
  Düşünceleri bir kenara itip yürümeye başlıyorum, ayak uçlarımı yere değdirmeden yürüdüğüm kapı bir anda büyük kayalarla kaplı bir yola dönüşüyor. Kayaların arasına gizlenmiş sesler duyuyorum. Seslere yaklaştıkça ton düşüyor ve yükseliyor yeryer kayboluyordu. Seslere koşarak ilerliyorum ve karşıma her biri ayrı telaş içinde yanından geçtiğini farketmeyecek kadar dalgın bir kalabalık görüyorum.Kalabalığı yararak ilerlediğim kayaların yanında sakin bir yolu gözüme kestirerek devam ediyorum , devam ettiğim yer gri kayaların gökyüzüne uzandığı ve başka hiç bir şeyin olmadığı bir yol. Yolun devam ettiği yerde önceden görmüş olduğum siyah beyaz çalılar görüyorum. Siyah beyaz çalılar boyunca yürüyor ve sonunda sonsuz bir  maviye , üzerinde gri gölgelerin dolaşıp kaybolduğu okyanusa ulaşıyordum. Şimdi geçmem gereken bir okyanus yol vardı. Etrafa baktığımda okyanusa açılacak bir şey göremiyordum.
   Tırtılım gerginliğimi hissetmişti ve yeniden uyanmıştı. Bu sefer tırtılıma haydi aç kanatlarını uçuyoruz dedim. İlk defa tırtılımın uçmasına izin verecektim , bu yüzden biraz korkuyor ve sonucu bilinmeyen bir uçuş için hazırlık yapıyordum. Tüylerimin birbiririne dokunarak kollarımı ve sırtımı koza haline getirdiğini ve kollarımdan sırtıma doğru bir hareketlenmenin olduğunu hissediyordum. Küçük karıncalanmaların büyük sancıya döndüğü sırtımdan binlerce kelebeklerin uçtuğunu ve kozayı yırtmak için uğraştığını düşünüyordum. Sırtımı iki ok delmiş gibiydi, ellerimle kelebeğimi yakalamaya çalışırken yerde iki büyük kanat göngesi gördüm. Sırtımdaki acı giderek azalıyor ve yerini tatlı bir serinliğe bırakıyordu. Kollarımla sırtıma dokunmaya çalıştığımda ellerim ipeksi ve kaygan bir kanata dokundu, bu dokunuşu  sırtımda hissederken tırtılın kendisinin ben olduğumu farkettim.  Her tedirgin hissettiğimde , bedenimi her korku kapladığında ve her yeni bilinmezlikte beni ele geçirmeye çalışan tırtıl benim diğer yarımmış.
 İlk defa tanıştığım tırtılıma nasıl davranacağımı kestiremiyor ve okyanusu nasıl aşacağımı bilemiyordum. Ellerim kaygan ipeksi kanatları okşarken sırtıma gönderdiğim kanat çırp komutu ile gök yüzüne doğru havalanmıştım. Bu aynı yürümek gibi bir şeydi. Bir kaç kanat sonra tırtılımı tanımış ve engin maviliğe doğru ilerlemeye başlamıştım. Bir an okyanus boyunca değil de  gökyüzü boyunca gitmeye karar verip  yönümü daha yukarıya çevirdim. Kanatlarımı çırptıkça yukarıya çıkıyordum. Ne kadar yüksekle olduğumu farketmedim , okyanusu görmek için baktığım yerde okyanus, okyanusun etrafında kayalar ve kayaları çevreleyn pembe ova ve ovanın devamında siyah beyaz çalılıklar gördüm. Siyah beyaz çalılıkların arasından kıvrılan fay kırıklıkları volkanla buluşuyordu . Bu gördüğüm  merdivenin üçüncü basamağında duran  Cemil  dayının yüzüydü.

Sema Yayla
10 Şubat 2015

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PANAYIR SAATİ

                                                                                                                                 Panayır Saati      Gök maviye yakın , kızıldan bozma bir yavruağzı ile aydınlatıyor içimizi. İçimiz ölümler dehlizinden geçerken mücadele dolu bir acıyla yüklü. Bilinmeyenin kıyısında incelikle taşıdığımız kalbimiz orta yerinden çatlamakta. Çatlaktan sızan ''hü'' sesleri hücum ediyor sabaha. Gök asıldığı yerden kaçmaya hazırlanıyor.  Tersleşmiş başparmaklarıyla kendini Tanrı ilan eden Simülakrlar'ın  cehennemine meydan okuyor Uranos. Dur ihtarına uymuyor Uranos.  Tersleşmiş başparmaklarıyla kavradıkları silahlardan nizami bir ses yankılanıyor. Takıdı tak tak tak, takıdı tak tak , ta tak, taak tak !  Uranos rüzgarı alıyor göğsüne , dağlar boyunca koynunda saklıyor nizami seslerin içine sinmiş ''hü''leri .   Bir yankının içine siniyor tak taklar , rüzgarı hapsediyorlar dağların eteklerine. Dağlar dorukların

NEYİN PARÇASI OLDUĞUMUZU BİLİYORUZ BİLDİRİSİ

         Bizim için; bol direnişli,bol koşmalı,bol gözaltılı,bol hapishaneli,bol ölümlü,bol talcidli,bol limonlu,bol ağlamalı,bol gülmeli,bol sevdalı,bol ayrılıklı,bol dizeli,bol pankartlı,bol sloganlı,bol dayanışmalı ,bol sapanlı,bol mahkemeli yıllar oldu. Onlar için; bol kutulu,bol kanlı , bol çalmalı, bol yalanlı,bol kesmeli,bol camili,bol saraylı  yıllar oldu.  Bizim için; bol umutlu,bol baretli, bol kömürlü, bol ağrılı,bol anneli,bol çocuklu,bol ağaçlı,bol zeytinli ,bol baskınlı,bol boyalı yıllar oldu Onlar için; bol kutulu,bol kanlı , bol çalmalı, bol yalanlı,bol kesmeli,bol camili,bol saraylı  yıllar oldu. Bizim için; bol alkollü,bol halaylı,bol horonlu, bol çadırlı,bol barikatlı ,bol tazyikli,bol kardeşli, bol aşklı,bol sarılmalı,bol yaralanmalı,bol sınavlı,bol bildirili,bol manşetli ,bol madenli, bol kırmızı kartlı yıllar oldu Onlar için; bol kutulu,bol kanlı , bol çalmalı, bol yalanlı,bol kesmeli,bol camili,bol saraylı  yıllar oldu. Bizim için; bol kedili, bol

Şeftali Bayramı

    Siyah Pelerinliler'in atları sürdüğü zamanlardı. Şafak sökmekte ve vapurlar iskeleye kelepçelenirken , biz pamuk şekerleri yüzümüze sürüyorduk. Sokaklar geceden kalma mide bulantılarına eşlik ediyordu. Betonların arasında büyüyen şeftali ağacına sarılıyorduk umutla. Kadife giysisinin altına sakladığı yumuşak, ekşi ile tatlıyı içinde barındıran şeftaliyi okşuyorduk parmak uçlarımızla...  Su şişelerini küllük olarak kullandığımız zamanlardı. Bir bitişin ardına sıraladığımız doğumları konuşuyorduk, pervasızca.  Bir gece kahve çekirdeğinden çıkan atlara binip gidiyorduk. Arkamızda Siyah Pelerinliler... Mahzenlere gizleniyorduk .  Mahzenler , kaosun gizlendiği gizli geçitlerdi.Bir kaç tanıdık yüze sarılıyorduk heyecanla. Heyecanımız dalından düşmeye korkan şeftali naifliğindeydi.  Bir gece mahzende şeftali doğruyordum çocuklara. Bir gümbürtü ile dağıldık etrafa. Tanıdık yüzlerin kaybolduğu, Siyah Pelerinliler'in at sürdüğü zamanlarda, koşuşan çocuklardık...  Sonra Rialto kö